*Düşüncelerim ve hissettiklerim* ADANA / TR
  EVVEL ZAMAN İÇİNDE ADANA ‘ DA ÇOCUK OLMUŞSAN
 



MERHABALAR  SEVGİLİ  ARKADAŞLAR...!
Geçen gün bana çok güzel bir e-mail geldi.Eee bir ADANA'lı olarak bunu kendi web sitemde
yayınlamak boynumun borcu oldu..!
Buyrunuz hep beraber okuyup,bakalım "EVVEL ZAMAN IÇINDE ADANA" nasılmış..?


eski adana evi resim

* Seyyar satıcıların pirinç tepsilerde sattığı “ şam  tatlısı “ nı, kamış parçalarına dolanan rengarenk şeker macunlarını ( nam-ı diğer çok çok  ), düdüklü horoz ve elma şekerlerini büyük bir iştahla yemeyi,

* Dardağan çekirdeklerini kamışların içerisinden üflemeyi,

* Üzeri adi çikolata ile kaplı leblebi tozlarını kaşık kaşık yiyerek, ardından ıslık çalmayı denemeyi,

* Yaldızlı kağıtlara sarılmış şemsiye şeklindeki ya da muzlu parmak çikolataları hiç bitmesin diye dondurma gibi yemeyi,

* Tüpe doldurulmuş çikolataları sonuna kadar emip yedikten sonra, bıçakla tüpü kesip son kırıntıları afiyetle yalamayı !..,

* Komşunun bahçesindeki hurmaları aşırıp, bir güzel mideye indirdikten sonra, çekirdeklerini ortadan ikiye ayırmayı ve ortaya çıkan çatal-kaşık şekillerine hayranlıkla bakmayı,

* İncir ağaçlarına tırmanıp olgun incirleri koparayım derken, açıkta kalan yerlerimize “ incir yaprağı sütü “ nün bulaşmasından dolayı uyuz gibi kaşınmayı,

* Dikenli incir, nam-ı diğer “ hind inciri “ ni lopur lopur götürüp “ cır cır “ olmayı,

* O zamanlar yani Çikita muzun olmadığı dönemlerde mis kokulu küçük Anamur muzlarını çok pahalı olduğu için yılda sadece 1-2 kez yemeyi, muzlu sütün sadece zengin çocuklarının içtiği bir içecek olduğunu sanmayı,

* Sokakta satılan şeker kamışlarının ucunu bıçakla didikleyip, öz suyunu kana kana içmeyi,


* Siyah karpuz çekirdeklerini atmayıp kurutarak ya da haşlayarak çintmeyi !,

* Pişmaniyeci amcadan pişmaniye alıp, içinden bedava pişmaniye kazandığını muştulayan kağıt parçası çıktığında çılgınca sevinmeyi,

* Dondurmayı sokak satıcılarından almayı, sokaktan yükselen pikap seslerini duyunca – ki en çok Nuri Sesigüzel çalardı – dondurma almasak bile hemen koşup arabanın etrafında toplanmayı,

* Boş teneke ilaç kutularını kullanarak ” eskimo” yapmayı, üzeri havlu ile örtülü tahta kutularda “ eskimooooo buzzz….” diye satmayı,

* Karton üçgen prizma şeklindeki tasarım harikası “ Meysu “ marka meyve sularını kamışlarla lıkır lıkır içmeyi, karton şişe boşalınca yere koyup ayağımızla kuvvetlice  basarak booommm… diye patlatmayı,

                            
* Parşümen kağıtlarını üçgen şeklinde katlayarak koltuk altımızda birkaç kez sıkıştırıp, düzleştirdikten sonra havaya doğru hızla sallayarak paaaat… diye patlatmayı

                          
* Beyaz önlüğü, kel kafası ve dişsiz ağzı ile çok sevimli görünen yaşlı satıcı amcanın, sırtında taşıdığı pırıl pırıl parlayan, pirinçten mamül büyük boy ibriği ile bir çeşit meşrubat saydığımız, garip bir tadı olmasına rağmen babalarımız tarafından çok sevilen , meyan kökünden mütevellit “ aşlama” yı satmak için mahallenin ortasında “ aaaaşlama buzzzz gibiiii…. “ diyerek haykırmasını, elindeki iki küçük tası zil gibi birbirine çarptırarak göbek atmasını- ki bu amcanın resmi hala bende vardır-,

* Soğuk kış günlerinde okul önlerinde  sahlep değil de “ saalep ! “ içmeyi, yanına ekmek ya da simiti katık etmeyi,

* Acıkınca mutfağa koşup annemize bile söylemeye gerek duymadan ekmeğin üzerine salça sürüp yemeyi, canımız tatlı bir şey istiyorsa bu safer margarin üzerine toz şeker ekeleyip !  afiyetle yemeyi,

eski adana cadde resim
* Bisküü ( bisküvit değil ) arasına lokum koyup yemeyi,

* Her yıl kendine has tadı ve kokusu olan “ yeşil firik nohut “ un çıkmasını beklemeyi,

* Seyyar satıcılardan “ pişmiş şekerli patates “ alıp, daha eve getirmeden yolda yiyip bitirmeyi,

 
* Hanımeli ve adını hatırlayamadığım bir çok çiçeği kopararak sapından akan şekerli öz suyu, bal niyetine somurmayı,

* “ Teselli “ ya da “ Zaman “ gazozlarının yanında mutlaka bakkal amcaya büyük kutularla gelen kaymaklı gofretlerden ( Bifa marka ) yemeyi, bazen dayanamayıp gofretleri ikiye ayırıp ortadaki kaymak kısmını büyük bir iştahla dişimizle kazımayı,

* Ramazan ayının geldiğini “ ramazanın gülü “ denilen değişik bir simitin satılmaya başlamasından anlamayı,

                     
* Hepimizin bildiği 4 mevsimden başka “ biber mevsimi “ diye bir mevsimin olduğunu, bu mevsim geldiğinde pazardan çuval çuval salçalık biber alındığını, mahalledeki teyzelerin şalvarlarını kuşanarak sabahtan akşama kadar biber temizlemelerini, ara sıra dayanamayıp elimize bıçak alarak biber temizlemeye heveslenmeyi, ama her seferinde elimizin yanıp, kızarması nedeniyle vazgeçmeyi, akşam olunca 3 tekerlekli biber çekme arabalarının gelip bıkıp usanmadan et kıyar gibi biber çekmelerini izlemeyi, çekilen biberlerin leğenlerle damlara çıkarılıp suyunu çeksin diye beklemeyi, biber kokusunun günlerce devam eden harika kokusunun davetine dayanamayıp, damdaki salça leğenlerine ekmekle saldırmayı,

* Okullarda Amerikan yardımı olarak dağıtılan tadına bir türlü alışamadığımız süt tozundan mamül sıcak süt içmeyi,

* Her gün bir öğrenciye okul tarafından verilen bir torba unu alıp, eve getirip o akşam annemize sıkma ,börek yaptırıp ertesi gün okulda beslenme saatinde hep birlikte yemeyi,

   
* Beyaz emaye kovalarda satılan haşlanmış nohutları, külahlara koyup- ki bunlar köşeli ve üçgen külahlar olurdu – üzerine tuz ve kimyon serpip avuç avuç mideye indirmeyi,

* Özellikle kışın odun ya da talaş sobası olan ailelerde toplanarak soba üzerinde pişirilen peynirli, ıspanaklı sıkma ya da sac böreği yemeyi,

* Toprak zemine 30-40 cm çapında çukur açıp, üzerine teneke kutuları keserek hazırladığımız sacları koyup, altına odun koyarak tutuşturmayı, evden getirdiğimiz un ve su ile hamur yapıp, bu sacın üzerinde pişirip afiyetle yemeyi,

           
* Adananın nehir kıyısında bulunan sazlıklarda bulunan, ucunda sosis gibi bir çiçeğin bulunduğu sazlık bitkisini koparmayı, çiçeği parçalayarak havada uçan tüylerinin insanları sağır yapacağını düşünmeyi ve bu nedenle elinde bu bitkiyi gördüğümüz çocuklardan vebalı gibi kaçmayı,

* Rulmanlardan el arabası ya da çek çek arabası yapıp, büyük bir gürültü çıkararak ya Allah ! kendini yokuş aşağı bırakmayı,

* Eski araba ya da kamyon lastiklerinden kesilerek yapılan “ lastik teker “ ler ile 4-5 kişilik guruplar oluşturarak, bazen elimizle bazen de elimize aldığımız bir tahta parçası yardımı ile, çember gibi döndürerek mahalle mahalle gezmeyi, aşka gelip yokuş aşağı bıraktığımızda birine ya da bir yere çarptığı zaman zılgıt yemeyi,

* Misket değil “ gulle “ ile mors, tulumba, baş, çıtır ya da yalak oynamayı, çocuk aklıyla kendinden küçüklerin oyununu bozarak haraaaaççç….! nidalarıyla gullelerini gasp etmeyi, en güzel ve en uğurlu olduğuna inandığın gulleyi “ dakkalık “ yapmayı, “ çatarya, mimit “ gibi gulle oyunlarına özgü özel bir lisan kullanmayı,

* Toprak sokak aralarından akan suların oluşturduğu yarı ıslak çamurlarda çivi ya da bıçaklarla “ pens “ denilen oyunu oynamayı,

* Portakal , mandalina kabukları ya da U şeklinde kesilmiş tel parçalarını ecza lastiklerine takarak atmayı, her seferinde birinin canını yaktığından dolayı azar işitmeyi,

                     
* Uzunca bir tahtanın  baş kısmına doğru çamaşır mandalını bağlayıp, don lastiklerini mandala tutturup ateş etmeyi ( lastik tabancası ),

* Gazoz kapaklarını biriktirip içini çamur ya da portakal kabukları ile doldurup gulle niyetine kullanmayı,

* Naylon oyuncak arabalarının tepesine uzun bir tel bağlayıp ucunu direksiyon şekline getirip ın ınınınınnnnnn…….diye sürmeyi, ya da naylon araba yerine iki kocaman  teker ve bir akstan oluşan tel arabaları sürmeyi

* Her ne hikmetse sokaklardaki kare şeklindeki demir parmaklıklı logar kapaklarını kaldırıp bazen inerek bazen de yere yatıp kolumuzu uzatarak çukura kazayla düşmüş bir para, gulle, tapa vs var mı diye kolaçan etmeyi ( çoğu kezde bulurduk ),

* Toprak sokak aralarında yerlere 5-10 cm genişliğinde tıpkı bir labirent gibi toprak kanallar açıp, içine su vererek kamıştan köprüleri, kağıttan kayıkları olan adeta minyatür bir Venedik inşaa etmeyi,

                     
* Büyük bir tahta parçasına 20-30 kadar çivi çakarak futbol sahası yapmayı, 25 kuruş ya da düğmeleri top niyetine kullanarak gofretine maç oynamayı ( goller en çok taç atışlarında başparmağın ucuyla yaptığımız atışlarda olurdu ),

* Straforları yüzeyi tırtıklı duvarlara sürtüp yapay kar yapmayı ( elbette bu kar yüzü görmemiş Çukurova çocuğunun çok hoşuna giderdi )

 * “ Şans, Kader, Kısmet “ diye bilinen o zamanların kazı-kazan oyununda, yaldızlı daireleri toka yardımıyla kazıyıp, en büyük hediye olan “ naylon top “ u kazanmak için tüm paranı son kuruşuna kadar harcamayı,

* Kendi üzerine sarmal şeklinde sarılan tel çubuklara , tenekeden mamül pervane geçirip vınnnn diye uçurmayı,

* İki gazaoz kapağını taşla ezip ortalarından iki delik açarak  ipe dizmeyi, ipi kendi ekseni etrafında hızla döndürüp, aniden durdurunca gazoz kapaklarının vınlayarak dönmelerini seyretmeyi,

* “ Kaçan Balon “ denilen uzun ince üzeri çizgi şeklinde boyalı balonları sosis şeklinde şişirip bırakmayı, balonun havada zik zak’lar çizerek komşu evin bahçesine kaçmasını izlemeyi,

* “ Lak Lak “ diye bilinen her iki ucunda tahtadan yapılmış rengarenk toplar asılı olan oyuncağı ipinden orta parmağa takmayı ve topları elimizi sallayarak bir üstten, bir alttan birbirine çarptırarak taka taka taka tak…. diye ses çıkartmayı, çoğu kez de topların parmak kemiklerine çarpması sonucu acıdan kıvrım kıvrım kıvranmayı ( daha sonra bu oyuncak yasaklandı ),

* Yeşil, pembe çizgili “ fırıldak “ larla oynamayı, hızla dönerken daha keskin  vınlaması için her ne hikmetse yakaladığımız bir sineği, fırıldağın içine yerleştirmeyi

* Uçurtmadan tatmin olmayıp, tahta çıtalardan devasa boyutlarda “ kasnaklı “ yapmayı, kuyruk kısmına jilet bağlayıp, başka uçurtma ya da kasnaklıların ipini kesip düşürmeyi,

                      
* İpek böceklerini ayakkabı kutusunda dut yaprakları ile besleyip koza yapmalarını ve sonunda kelebek olup uçmalarını şaşkınlıkla seyretmeyi,

* Ucuna sakız tutturulmuş bir ipi yuvalarına sokarak örümcek ya da karınca avlamaya çalışmayı,

* İki elimizi rahle gibi birleştirip ortadaki çukura buğday başağını koyup ellerimizi birbirine ters bir şekilde hareket ettirdiğimizde , başağın tırtıl gibi hareket etmesini saf çocuklara sihir gibi göstermeyi,


* Karton kutuların bir yüzüne bez parçası geçirip arkasından mum yakarak kendi karagöz-hacivat sahnemizi kurmayı, çok düşük meblağlara gösteri düzenleyip, mahalledeki çocukları eğlendirmeyi ve aynı zamanda para kazanmayı,

* İnşaat önlerine dökülmüş kum yığınlarının içerisinden arayıp bulduğumuz yapışkan çamurları, evlerin duvarlarına fırlatarak yapıştırmayı,

* Sarı , cılız sokak lambaları yanmadan sokakları terk edip eve dönmemeyi,

* Sıcak Çukurova gecelerinde damda sivrisinekleri değil ama gözenekli yapısından dolayı serin havayı geçirme özelliği olan,  pamuklu tülden yapılma“ cibindirik (!) “ ( aslı cibinlik ) denen çadırın içinde yıldızları seyrederek uyumayı, zaman zaman da gümm.. diye yataktan dama düşmeyi,

* Yazın kavurucu sıcağında sokakta sadece üzerimizde sadece bir don ya da kısa pantolon ile oynamayı, yürürken “ şlak, şlak “ diye garip bir ses çıkaran,  iç yüzü kaygan olduğu için terleme nedeni ile ayaklarımızın içinde sık sık ters döndüğü beyaz renkli lastik terlikler nam-ı diğer “ tokyo “ giymeyi ,

* Papara yiyeceğimizi bildiğimiz için “ 3 korner bir penaltı “ kuralının geçerli olduğu, “ aldım- verdim “ seçme yöntemi ile kurulan takımlarla yapılan sokak maçlarında ayakkabımızı çıkarmayı, çıplak ayakla oynamayı, oyun sonunda kanamış tırnak altları ve kızarmış ayaklarla eve dönmeyi, paparadan yine de kurtulamamayı,

* Serinlemek amacıyla hortumlarla evlerin önü sulanırken, suyun havada oluşturduğu kavisli köprünün altından hızla geçmeye çalışmayı, bu sırada sulama işlemini yapan amca ya da teyzenin birden hortumu indirerek bizi ıslatmasını,  yolları sulayan arazöz kamyonlarının geçtiği sırada, yolun sağına ve soluna fışkırttığı su kümesinin üzerinden atlamak için sıçradığımızda aynı gıcıklığı arazöz şöförünün de yapmasını,

                                  
* Her mahallede mutlaka korkulan bir kişinin ya da girmekten korkulan bir yer olduğunu, bu kişi ve yerlerin gulyabani ya da perili ev olarak görülüp mümkün olduğunca uzak durulduğunu,

* Bayramda tanıdık olsun ya da olmasın el öpmek için bütün kapıları çalmayı, para yerine mendil ya da şeker verenleri bir dahaki sefere el öpülmeyecekler listesine almayı,


* At arabalarının arkasına asılmayı, bazen arkadaşlarını muzipçe ispiyonlayarak “ arkaya kırbaççç, arkaya kırbaç…” diye bağırmayı,

* O zamanlar evlerde şofben, termosifon hak getirdiği için, hamamdaki odun sobalarında yakmak amacıyla hızarlardan satın aldığımız odun parçalarını at arabasıyla eve taşıtmayı, arabacının odunları elle boşaltmaktan üşendiği için, arabayı büyük bir manevra ve gürültü ile yana devirmesini, at üzerimize yuvarlanacak diye korkudan saklanmak için kapı arkalarına kaçışmaları,

* Her banyo sonrası kırklandıktan sonra başta anne baba olmak üzere evde ne kadar büyük varsa ellerini öpmeyi,

                                  
* Beden eğitimi dersinde kenarları beyaz çizgili “ aşortmen..! “ ve “ Raf “  marka kenarları kırmızı çizgili lacivert lastik ayakkabı giymeyi ( daha sonra bu ayakkabıların yerini “ Esem” marka lastik ayakkabılar aldı ),


* Berbere her gittiğimizde sanki başka bir model yokmuş gibi, herhalde bitlenme korkusu ve sıcak nedeni ile 0 ya da 3 numara tıraş ile çıkmayı, biraz daha büyüyünce “ alaburus “ kesime terfi etmeyi,

* Okulumuzda film makinesinin bulunması mucibince belirli bazı günlerde Cüneyt Arkın, Yılmaz Köksal ya da Kartal Tibet’in başrol oynadığı Kara Murat, Battal Gazi, Tarkan, Malkoçoğlu gibi kahramanların filmlerini , en arkada okul sıralarını üst üste koyarak izlemeyi ( bilet fiyatları 25 kuruştu ), “ kahpe bizanslıları “ tek tek kılınçtan geçirirken heyecandan ayağa kalkıp çılgınca alkışlamayı, kahramanımızın genç ve güzel bizans tekfurunun kızını ateşli bir şekilde öperken, aynı zamanda okulumuzun hademesi de olan makinistin elini tam bu anda merceğin önüne koyarak, kendince sansür uygulamasını, bunun üzerine yuuuhhh nidaları ve ıslık sesleri ile  protesto etmeyi,

* Klasik eserlerden saydığımız Teksas, Tommiks, Zagor, Tombraks, Teks, Zembra, Kaptan Swing, Fantom- Kızılmaske,Mandrake, Mister No gibi çizgi romanları sular seller gibi okumayı, defalarca okumaktan bir türlü gına gelmeyen bu kitapları, sokaklarda sergi açarak parayla okutmayı,

                                 
* “ Dandy “ sakızlarından çıkan hayvanlar alemi kartlarını biriktirmeyi ve okumaktan ziyade bu kartlarla, “ alt- üst “ denilen oyunu oynamayı,

* Sınıfı geçtiğimizde ödül olarak ya da sıcaktan bunaldığımız günlerde yazlık sinemalara gitmeyi, genellikle hemşehrimiz Ferdi Tayfur’un filmlerini tercih ederek ailece hüngür hüngür ağlamayı, film seyrederken çekirdek çintmeyi, soğuk kola, ayran ya da fruko içmeyi, popomuz ağrımasın diye mutlaka evden minder götürmeyi.

* “Pamuk attırancı” amca geldiğinde, pamuklar havada uçuşurken, yaylı aletin çıkardığı “ dilongg…dilong…” sesini sanki bir şarkı dinler gibi dinlemeyi,

* Kalaycı amcanın toprağa çukur kazıp, körüğünü yerleştirmesini, saniyeler içerisinde kalay çubuğunun yardımıyla beti benzi atmış bakır kapların gıcır gıcır hale gelmesini hayretler içinde seyretmeyi,

* Destan satıcılarından maniler eşliğinde “ destan “ satın almayı,

* Eski elbiselerin karşılığında plastik leğen, maşrapa ya da kova aldığımız “ seleee vaaar seeepetleeer var ….” diyerek sokak aralarında gezinen roman teyzeleri “ su eleği var mı ? su eleği “ diyerek çıldırtmayı,

* Haftalık hatta aylık sebze-meyve ihtiyacını karşılamak için anne ile “ Siptilli Pazar “ına gitmeyi, hamal tutarak eve kadar taşıtmayı, her seferinde yorgunluktan bitap düşmüş hamal’a çocuk kalbiyle acıyıp “ keşke faytona binseydik “ diye yerinmeyi,

* Ailece hafta sonları İnönü Parkına gitmeyi, çimlerin üzerinde piknik yapmayı

* Evinizde olmadığı için siyah-beyaz televizyonlarda  pilli bebek, oyun treni gibi çocuk programlarını izlemek için komşulara gitmeyi ve İstiklal Marşı ve bayrak töreni bitmeden televizyonu kapamamayı ( Adana da yayınların başlaması 1973-1974 yıllarına tekabül eder ),

* Her Cuma Adana adliyesinin yanındaki 6.Kolordu Komutanlığının önünde düzenlenen bayrak merasimini elimiz kanda dahi olsa kaçırmamayı,

          
* Televizyon yokken en büyük eğlence kaynağımız olan radyoda “ arkası yarın “ve “ radyo tiyatrosu “ programlarını hiç sektirmeden her gün sedir’in üzerine uzanıp, radyo alıcısını kulağımıza kadar yaslayıp dinlemeyi,

* Her çeşit müziğe yer veren ve Adana’dan çok net dinlenebilen “ Bayrak Radyosu- ki burası  KIPRIS (!) Türk radyo yayın kooperasyonu  anonsuyla meşhurdu - “ ve “ Polis Radyosu “ frekanslarını ezbere bilmeyi,

                                                            

    

                                                                   

* Doğumgünü partilerine bütün arkadaşları çağırıp “ 45’lik plaklar” eşliğinde eğlenip  kızlarla ( ya da oğlanlarla ) dans etmeyi,

* Mutlaka bir “ hatıra defteri “ ne sahip olmayı, en sevdiğin arkadaşlarına “ sepet sepet yumurta, sakın beni unutma, unutursan küserim bey babama söylerim veya bana sular kadar berrak ya da karlar kadar beyaz bu sayfayı ayırdığın için sana çok teşekkür ederim, seni ömrüm boyunca unutmicam (!) “ gibi klişe cümleler ile  biten hatıra yazıları yazdırmayı ( ilk sayfa hemen daima ilkokul öğretmenimize ayrılırdı )

ÖZLEMİŞSİN DEMEKTİR……

Dr. R.Hakan YURDAKUL

 eserden

 
  TOPLAM 513580 ziyaretçi (1044781 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol